“Yolculuk, önce seni sözsüz bırakır sonra da iyi bir hikâye anlatıcısına dönüştürür.” – İbn-i Battuta
Minibüsün biraz aralık camından yüzümüze ılık ılık rüzgâr değerken Mardin’in Kızıltepe ilçesindeki onlarca köyden birine doğru gidiyorduk. İki yanımızın da mısır tarlası olduğu dar yolda ilerlerken yolculuğu güzelleştiren şeyin ummadığım bu manzara ile birlikte radyoda çalan, duyduğum ama hiçbir şekilde anlamadığım o şarkı olduğunu fark ettim. Mardin’i kahvenin ve sarının bin bir tonunda beklerken mısır tarlalarıyla karşılaşmak benim için beklenmedik ve harika bir sürprizdi. Gözlerimi kapatıp o güzel müziğin ruhumda yarattığı hissiyat ile yola devam etme isteğim ve gözlerimi açık tutup memleketin o güzel manzaralarının hiçbirini kaçırmak istemeyişim… Bu ikilemle yola devam ederken şarkının Farsça olduğunu düşündüm. Anlamını bilmediğiniz halde insanı böyle alıp götüren şarkıların varlığı bana dünyanın ne kadar küçük ve insanlarının birbirine hissi anlamda ne kadar da yakın olduğunu düşündürüyor. Bu şarkı benim için Mardin ile özdeşleşen bir şarkı oldu. Yazıyı şarkı eşliğinde okumanızı isterdim. Mohseen Namjoo – Zolf Bar Bad…
Subari, Sümer, Akad, Babil, Mitaniler, Asur, Pers, Roma, Bizans, Araplar, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlılar… Mardin öyle kadim bir şehir ki yıllarca Müslüman, Ermeni, Süryani, Yakubi, Keldani, Kürt, Arap, Nesturi, Yezidi, Yahudi ve Çeçenlere yurt olmuş. Her gelen topluluk buraya bir iz bırakıp gitmiş. Burayı yıllarca yaşanılır hale getirense doğal güzelliğinin yanı sıra sonsuz hoşgörü olmuş. Bu kadar çeşitliliği bir arada tutacak olan yegâne şey de hoşgörü olabilirdi. Mistik sokaklarında gezmeye başladığınız andan itibaren sizi tuhaf bir gülümsemeyle birlikte bir dinginlik sarıyor. Belediye araçlarının giremeyeceği ve hatta bazen sadece bir insanın geçebileceği kadar dar olan sokaklarında yürürken her adımda soluduğunuz o gizemli hava zihninizde tüm o medeniyetlerin bu şehre gelişini ve gidişini düşündürüyor. Mardin’e sinen ve Mardin’i Mardin yapan şey tam olarak buydu: Mardin’in mistisizmi…
Aracımızla ilçeler arasında yolculuk yaparken bazı tabelalarda “Merdin” yazması dikkatimi çekti. Daha sonra öğrendim ki Mardin’in asıl adı birçok kaynakta Merdin diye geçiyormuş. Halkın çoğu da Merdin ismini kullanıyor. Merdin “kaleler” anlamına geliyor. Yani şehir ismini üzerinde birçok kale bulundurmasından dolayı almış. Mardin mimarisi denince akıllara eski Mardin yani taş evler geliyor. Gündüz, birbirinin ardınca dizilmiş bu sarı sarı evlerin arasında dolaşmak, akşam ise her birinin ışıkları yandığında yerlere sedirler serilmiş açık hava çay bahçesinde bu manzarayı izlemek harikaydı. Manzarayı Hamit Efendi kahvesini yudumlarken izlemenizi tavsiye ederim.
Eski Mardin sokaklarında gezerken sanatkâr amcaların küçük küçük dükkânlarıyla karşılaşıyorsunuz. Bakırcılar, sabuncular, gümüşçüler, işlemeciler… Tahta üzerine işlemeler, resimler yapan bir amcanın dükkânına misafir olduk. Duvarlarına, Hz. Meryem’den Che Guevara’ya kadar birçok kişinin resmini tahta üzerine çizip asmış. Mardin’in birçok açıdan çizimleri, üzerinde çalıştığı tablolar, yarım kalmış olanlar, biten siparişler, henüz hiç dokunulmamış tahta parçaları ile burası küçük bir emek dükkânıydı. Amcayla kısa süren sohbetimizde sanata ve sanatçıya verilen değerin azaldığından yakındı. Haklı bir isyandı aslında. Kaç gece bin bir emekle hazırlayıp tamamladığı eserler, “Bu olmamış” denilerek satın alınmaktan vazgeçilince duyduğu hüznü, o anlatırken ben de hissettim. Dükkândan ayrılırken küçük bir tahta parçasına yazmış olduğu, kime ait olduğunu bilmediğim güzel bir söz gördüm. Onsuz oradan ayrılamazdım. “Sanat, insanların ve tüm hastalıkların antiseptiğidir.”
Çarşıda dolaşırken kahvecileri, baharatçıları ve kuruyemişçileri görüyorsunuz. Hepsi, sanki müşteri olarak değil de dükkânına misafir kabul ediyormuşçasına davranıyor. Birinden içeri girer girmez karışık kahve ikram ettiler. Kahve o kadar lezzetliydi ki ikram eden kişi içindeki baharatları tek tek saymasına rağmen hiçbirini hatırlamıyorum. Bu şehirde insanlar o kadar cömert ki dükkânlarına girmesek, sadece önünden geçsek bile “Tadına bakın, avuçlayabilirsiniz. Burada helâldir.” diyorlar. Bu şekilde ne kadar çok şey tattık anlatamam. Bir gün burada dolaşacak olursanız badem şekeri ve tiramisulu bademin tadına bakmalısınız.
Mezopotamya… İki nehir arası medeniyetler beşiği Mezopotamya…
Mezopotamya şehri Mardin’in medreseleri, önemli âlimleri yetiştirmiş olmasının yanında mimarileriyle de dikkat çekiyor. Zinciriye Medresesi, diğer adıyla Sultan İsa Medresesi, ince düşüncelerle bezenmiş mimarisinde kullanılan tekniklerle insanı hayrete düşürüyor. Medreseye uzun merdivenler çıkılarak ulaşılıyor. Ne kadar yorucu olsa da her bir basamak bu müthiş mimariyi görmeye değer. Tamamen simetrik bir şekilde inşa edilmiş. Bunun sebebi, insanın bu dünyada yaptığı her şeyin karşılığını ahirette alacak olmasıymış. Medresenin iki dersliğinin arasına yapılmış geniş bir eyvan var. Bu eyvanın ortasında bulunan havuz, gökyüzünden yansıyan görüntüler sayesinde eskiden astronomi derslerinin işlendiği yermiş. Ayrıca havuz mahşer gününü temsil ediyor. Suyun çıktığı alan insanın doğuşu, havuza giden su yolu ise insanın dünyada geçirdiği zamanı ifade ediyor. Yani doğum, yaşam ve ölüm… Bu havuzun başında durup fotoğraf makinenizi de aşağıdan tuttuğunuzda suya yansıyan görüntünüzün simetrik bir fotoğrafını çekebilirsiniz. Kasımiye Medresesine giderseniz de mutlaka medresenin ilerisinde bulunan kız çocuklarının takı tezgâhlarına uğramalısınız.
Mardin’de gezilmesi gereken bir diğer yer ise Dara Antik Kenti. Kireçtaşı ana kaya üzerine kurulmuş. Tamamen kayalar oyularak inşa edilmiş bir kent. İçerisinde kaya mezarlıkları, su kanalları, tapınaklar, surlar, kuleler, zindanlar, mağara evler var. Antik Kentin girişinde sizleri gönüllü bir rehber karşılıyor ve istediğiniz takdirde size tüm yapıyı büyük bir tutkuyla anlatıyor. Geziyi bitirdikten sonra hemen orada bulunan çay bahçesinde buz gibi yöresel ayranlarını içmenizi öneririm. Hayatımda en lezzetli ayranı orada içtim. Biraz soluklandıktan sonra yolculuğunuza devam edebilirsiniz. Biz de o gün öyle yapacaktık ki karşımıza Belçikalı bir çift çıktı. Türkiye’yi otostop çekerek geziyorlarmış. Güzel bir sohbetin ardından gidecekleri yere kadar bıraktık. Bizleri Belçika’ya bekliyorlar. Belki bir gün…
Son günümüzde Nusaybin’e doğru yola çıktık. Şoför söylediğinde fark ettik ki sınıra gelmişiz. Suriye ile aramızda sadece birkaç metrelik bir duvar vardı. Ötesi ise hep haberlerde gördüğümüz ülke. Sınırda, mayınlı bölgenin yakınından arabayla öylece geçerken duvarın ötesine baktığınızda her şey nasıl da normalmiş gibi görünüyor. Bir an için sanki bombaların düştüğü yer orası değilmiş gibi. Fakat orası harabeye dönmüş şehirlerde yıkık binalardan çıkarılan küçük bedenlerin ülkesi. O yıkıntıların altında asıl kalan ise insanlık. O anlarda düşünüyorsunuz. Hiçbir çocuğun dini, dili, ırkı olamaz ki diye. Sadece mülteci çocuklar değil, her çocuk yeryüzü çocuğudur. Bütün bir insanlığın çocuklarıdır. Herhangi bir köye gidin. Oyun oynamak için can atan çocuklar bulacaksınız. Sadece ellerinden tutup birlikte koşsanız dahi mutluluktan uçacak çocuklar bulacaksınız. Ve daha önce hissetmediğiniz çok başka bir mutluluk hissedeceksiniz.
Nusaybin’den sonra rotamızı Beyaz Su’ya çevirdik. Yol boyunca dağların, tarlaların arasından geçtik. Hatta birkaç terk edilmiş taş ev de gördük. Beyaz Su’ya vardığımızda gün batmak üzereydi. Burada birçok aile çay bahçesi ve mesire alanları var. Alabalık tesisleri çoğunlukta. Yalnız küçük bir sorun var, burada telefonlar hiç çekmiyor. Dönüş yolunda bizi gezdiren şoför bey anlatmaya başladı. “Gelirken sizi tedirgin etmemek için söylemedim. Bu dağlar, buradaki mağaralar teröristlerin olduğu bölgeler. Bunlar da senin benim gibi, insanların arasına karışıyorlar. Gündüzleri şehre inip işini yapıyor sonra dağa çıkıp eylem yapıyor. Burada baz istasyonunu yakıyorlar. Eskiden sürekli su borularını patlatırlardı. Yenisinin yapılmasına izin vermezlerdi. Halkı korkutmak için yakarlardı, yıkarlardı. Bir iki seneye kadar insanlar buralara gündüz bile gelemezlerdi. Allah’a şükür şimdi buralar tertemiz. Çok şey değişti.” Görünen o ki üç günlük Mardin seyahati, uzun bir müddet daha zihnimi meşgul edecek.
Güneş dünyanın her yerinde farklı güzellikte batıyor ve buna şahit olmak için yeteri kadar vaktimiz olmuyor. Ama eğer yoldaysanız, ne kadar çok gündoğumu ve gün batımına şahit olursanız o kadar şanslısınız. Görülen yerler, tanışılan yüzler, dinlenilen hikâyeler yolculuk esnasında insanın dilini düğümlüyor. Fakat her yolculuk sonrasında iyi birer hikâye anlatıcısına dönüşmeniz dileğiyle…
DİLŞAH GÜNEŞ
Mükemmel bir yazı.. Ordaymışcasına yaşadım adeta. Böyle yazıların devamını istiyoruz.