Yağmurlu havanın getirdiği o garip hüzne kapılmıştı yine. Her bir yağmur tanesini görmek istermiş gibi dikkatle izliyordu toprağı. Toprak, hiçbir yağmur tanesini geri çevirmiyor, aynı anda yüzlercesine bir anne misali kucak açıyordu. Gökten gelen yerde hürmetle karşılanıyordu. Tabi bu insanlar için geçerli bir durum değildi. Evin bahçesinin ötesinde koşuşturan insanlar, aynı şemsiye altında ıslanmamak için çabalayanlar, minik bir tsunami etkisiyle yoldan geçen arabalar… Hepsi birer sıkıcı bütünün parçalarıydı onun gözünde, yağmurla beraber grileşen bir bütün. Oysa biraz daha dikkatli bakabilse bütünün içindeki güzellikleri de görebilecekti. Mesela bir su birikintisinde zıplayan o küçük çocuğu ya da az önceki karmaşanın içine karışmış, yağmurun keyfini çıkaran sevgilileri fark etmemişti bile. Her yağmur yağdığında mutlaka bu sokağı gören pencereye gelip oturur, etrafı seyrederdi ve her seferinde daha bir üzgün, daha bir mutsuz kalkardı oradan. Elbet bir şeyler bulurdu kendini üzecek. Hüzün, efkâr benim nimetim diyordu kendine. Yıllarca ailesi, arkadaşları onu bu karanlık duygularından kurtarmaya çalıştı ama nafile. O ısrarla içine düştüğü buhranın derinliklerine kaçıyordu. Günden güne içindeki son kalan birkaç damla yaşama sevinci de tükeniyordu. Dakikalarca, saatlerce kımıldamadan dışarıyı seyrederdi. Dışarıda her ne kadar sakin sessizce duruyor gözükse de her yağmurda o hayatını mahveden gün gelirdi aklına. Ters dönmüş bir arabanın camına çarpan yağmur damlaları. Bundan 2 yıl öncesiydi; senaryo bilindik, hız, yağmur ve sonrasında korna sesleri. Kendine geldiğinde ilk hatırladığı yağmurun şiddetli sesiydi. Sonra sonra dışarıdan ambulans ve anne babasının sesleri duyulmaya başladı. Gerisini hatırlamıyordu, tekrar gözünü açtığında annesini karşısında ağlarken buldu. Olanları öğrenmesi gecikmedi tabii. Bacakları kazada çok hasar gördüğü için artık yürüyemez olmuştu. Fizik tedaviler, psikologlar, farklı farklı doktorlar hepsi birbirini kovaladı. Sonuç mu, peki de dizilerdeki gibi mucizevi bitmedi maalesef bu kez. Tekerlekli sandalyeye alışması uzun sürmedi ama o günden sonra gülmeye, mutlu olmaya bir türlü alışamadı. İşte bunları düşünüyordu her seferinde, geçen her saniyeyi hissediyormuş gibi geliyordu. Kendisiyle beraber sanki zaman da sakat kalmıştı. Çok düşündü intiharı, ama kazadan önce yetersizlik olarak gördüğü şeye sonradan başvurmayı yediremedi kendine. Hayata tutunacak bir sebep arayışındaydı aslında, bir umut, bir ufacık kıvılcım, onu tutup eski günlerine götürecek bir masal kahramanı, ama nafile. Gün geçtikçe daha da batıyordu umutsuzluk bataklığına. Yazı yazmayı denedi, şarkı söylemeyi, kitap okumayı… Hepsinden tiksindi sonra, döndü dolaştı geri penceresinin karanlık mabedinin, önüne geldi. Tıpkı şu anda olduğu gibi. Tam yeni bir çıkmaz düşünceye dalacakken annesinin sesini duydu. Yemeğe çağırıyordu onu. Yağmur da durmuştu zaten. Tam çekilecekken pencereden, griliklerin arasında bir renk cümbüşü çarptı gözüne. İstemsizce tebessüm etti. Uzunca bir aradan sonra ilk kez gülümseyerek ayrıldı hüzün kokulu ahşap pencerenin önünden…